Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaCEltik lisesiGaleriLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 avrupa yalanları

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
PaTRoN
Admin
Admin
PaTRoN


Erkek
Mesaj Sayısı : 456
Yaş : 33
Nerden? : Konya
Hobiler : Adminlik
Lakap : Kral Derler Ama
Takım : avrupa yalanları 3cfc6cbe9b5f994873e98f5d8805462f
Ruh hali : avrupa yalanları Acili10
. :
urun=1;
sid=21356;Gaya Yamuk olmaz Olsanada Affedilmez
channel=24760;
banner=209;
kategori=49;
w=160;
h=600;
wmid=11531;
domain ="celtik.forum0.net";
tip="Banner";adsrv=1;jsai="14bc857edee749d4";


Kayıt tarihi : 26/09/07

reklam
.:
avrupa yalanları Img_left999/1000avrupa yalanları Empty_bar_bleue  (999/1000)
..:
avrupa yalanları Img_left800/1000avrupa yalanları Empty_bar_bleue  (800/1000)
a: >
avrupa yalanları Empty
MesajKonu: avrupa yalanları   avrupa yalanları Empty2/9/2008, 15:24

1) Yunan mucizesi yalanı




Antik
Yunanlıların insanlık tarihinde eşsiz bir mucize gerçekleştirdikleri
tezi, kendi karanlık dünyasına fener tutmak için çırpınan Avrupalı
aydınlar için afyon etkisi yapmış ve bu efsaneye can simidi gibi
yapışmışlardır.
Neden?
Çünkü Rönesans yıllarında Avrupalılar
ele gelir neleri varsa bunları Müslümanlardan aldıklarını biliyor ve
Müslümanlar karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden
kurtulabilmek için onların haricinde bir tutamak arıyorlardı.
İşte
sözde Yunan mucizesi, bu iflah olmaz hastalığa bir tur sahte deva
olarak sunulmuştu. Nitekim bu tez, hiçbir işe yaramadıysa bile Yunan
halkının Osmanlı bünyesinden koparılması için Avrupa çapında bir
heyecan dalgasına yol açtı ve bağımsız bir Yunan devletinin
kurulmasıyla sonuçlandı. Oysa ne o gün Yunanistan’da yaşayanlar Eflatun
ve Aristo’nun torunlarıydı, ne de ortada herhangi bir mucize vardı.
Üstelik Martin Bernal’in “Black Athena” adli 4 ciltlik çalışmasında
yetkinlikle ortaya çıkarttığı gibi, “Yunan mucizesi” diye bilinen
uygarlığı kuranlar Yunanlılar değil, siyah derili Afrikalılardı, yani
Fenikeliler ve Mısırlılar! Velhasıl Yunan mucizesi tezi, Romantiklerin
icat ettikleri bir yalanı pazarlama çabasından başka bir şey değildi.


2) Magna Carta yalanı

Hangi
aklı evvelin kitabını açsanız, dünyada demokrasinin ve anayasa
hukukunun başlangıcı olarak İngiltere Kralı I. John’un yetkilerini
kısıtlayan Magna Carta adlı belgeyi önünüze sürerler. ‘Adamlar daha
Selçuklular devrinde demokrasinin temellerini atmışlar kardeşim’ yollu
konuşmalara siz de sık sık rastlamış olmalısınız. Oysa çok özel bir
durumdan neşet eden bu belgenin o günkü İngiltere tarihi için dahi
“gerici” bir belge olduğunu bilmek önemlidir.


Bakın neden?

Bir
kere 1215 yılında imzalandığı bilinen Magna Carta’nın kral tarafından
imzalanan orijinali değil de, kopyaları elimizdedir. İkincisi, bu belge
ilerici değil, düpedüz gerici bir belgedir, çünkü Kral, feodal beylere,
baronlara yeni vergiler yüklemek istiyor ve merkezî hükümetin
gelirlerini arttırmaya uğraşıyordu; baronlar ise tam tersine, eski
düzendeki vergilerin aynen devamı için bastırıyorlardı. İşte krala
imzalatılan belge, feodal ayrıcalıkların yeniden tanınmasını
getiriyordu, kaldırılmasını değil. Yani ileriye gidisi değil, eskiye
dönüşü amaçlıyordu.


Ancak tarihte yapılan
bazı hareketlerin amaçlanmamış sonuçlar doğurması nadir rastlanan bir
durum değildir. İşte Magna Carta’yı imzalatanların başına gelen de bu
oldu. Onlar feodal sisteme dönülmesi için uğraş verirken, sonraki
kralların, çözümü feodal düzenin dışında aramalarına yol açmış, böylece
tahkim edeyim derken feodal düzenin yıkılmasını kolaylaştırmışlardı. Bu
sebepledir ki, Kral I. John üzerinde uzmanlaşan Johns Hopkins
Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Sydney Painter, açıkça “Magna
Carta’da demokrasi yoktur” diyebilmektedir. Çünkü bu belge, İngiliz
feodalizminin resmi beyanlarından biridir sadece. Painter’in altını
çizdiği bir başka husus ise bu feodal geleneğin modern
demokrasilerimizde yasamaya devam ettiğidir! (1808 Sened-i İttifak’ını
Magna Carta’nın geç bir yansıması olarak gösterenlerin ‘gözüne gözlük’
diyelim mi?) Yani aslında feodal düzen yıkılmadı, ruhu modern
demokrasilere geçmiş oldu sadece.

-------------- KONUYU BİRAZ DAHA AÇARSAK:--------------
MAGNA CARTA:

1215 yılında biraraya gelerek güçlerini birleştiren derebeylerin
(baronlann), İngi­liz kralı I. John'u zorlayarak elde ettikleri
hakların bütününü içeren belge. Bu belge­nin ortaya çıkmasına neden
olan gelişme­ler, Normanların İngiltere'yi fethine kadar gider. İngiliz
kralları, bu fetihten itibaren iktidarı tamamen ellerine geçirip
derebey-lerini saf dışı bırakmak istediler. Kralların bu girişimleri
sonucu zarara uğramaya baş­layan baronlar, onların bu hareketine karşı
çıktılar ve zaman zaman isyan ettiler. Kral­larla baronlar arasındaki
bu çekişme 150 yıl kadar sürdü. Bardağı taşıran son damla, Kral John'un
uygulamaları oldu. Kral John, derebeylerine karşı krallığın bütün
gücünü kullandı. Derebeylerin nefretini kazandı. Onun 1214'te
Fransızlara karşı yaptığı sa­vaşta yenilmesini fırsat bilen baronlar,
top­raklarını, şatolarını, imtiyazlarını ve diğer haklarını geri almak
için harekete geçtiler. Kısa zamanda biraraya gelerek isteklerini bir
taslak halinde krala sunmaya karar ver­diler; eğer kral isteklerini
kabul etmezse, onunla savaşacaklarına İlişkin sözbirliği et­tiler.
Baronlar 1215'tc kralla görüştüler. Kral ileride bir cevap vereceğini
vadettiyse de, sözünde durmadı. Bunun üzerine baronlar ayaklandılar.
Önemli şehirleri ele geçirip kralı çaresiz bıraktılar. Sonunda kral,
onlar­la bir anlaşmaya varmak zorunda kaldı. Kral I. John, 1215
Haziran'ında imzalanan Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı)
ile, egemenliğinin "baron" diye adlandırılan büyük toprak sahipleri
adına kısıtlanmasını kabul etti. Kralın kayıtsız otoritesini baronlar
lehine sarsmaya yöne­lik bu ferman, kral ile bu feodal beylerin
karşılıklı görev ve yetkilerini belirtmek üzere düzenlenmiş bir
antlaşmadan başka bir şey değildi. Asıl amaç kralın yürürlükte bulunan
kanunlara uymasını sağlamak, de­rebeylerine bazı haklar tanımak ve bu
hak­lan korumaktı. Kısacası bu ferman ile bü­yük malikane sahipleri,
geniş imtiyazlar el­de ediyorlar, derebeyliklerini ya da vasal-liklannm
temelini sağlam bir zemine otur­tuyorlardı. Halk ise yine serf olarak
kalıyor, derebeylerinin toprakla birlikte alıp sattığı köle durumundan
kurtulamıyordu.
Bir burjuva ayaklanması sonucunda or­taya çıkan Magna Carta, 63
maddelik bir fermandan ibaretti. Bu fermanın en Önemli üç maddesi
şunlardır: 1- Hiçbir hür insan, yürürlükteki kanunlara başvurulmaksızın
tutuklanamaz, hapsedilemez, mülkü elin­den alınamaz, sürülemez veya
herhangi bir şekilde yok edilemez. (Burada sözü edilen hür insanlar
sadece senyörler, kilise adam­ları, vasatlar ve vasatların vasatları
ile hür köylüler, denen topluluklardı.); 2- adalet satılamaz,
geciktirilemez, hiçbir hür yurttaş ondan yoksun bırakılamaz; 3-
kanunlar dı­şında hiçbir vergi, yüksek rütbeli kilise adamları ile
baronlardan meydana gelen bir kurula danışılmadan, haciz yoluyla veya
zor kullanılarak toplanılamaz.
Derebeyleri tarafından boyun eğmeye razı edildiğinin belgesi olan Magna
Carta, daha sonraki yıllarda da kralları yola getir­mek için pek çok
kez ortaya çıkarıldı. 1400'lü yıllarda, İngiliz parlamentosunun krala
karşı elinde tuttuğu bir silah haline geldi. Magna Carta, pek çok
Avrupa ülke­sinde olduğu gibi, özellikle ilk yıllarında ABD'nin
Avrupa'ya karşı çıkan siyasi dü­şüncelerine de yön verdi.
3) Rönesans yalanı

“Rönesans”
(Renaissance) kelime anlamı itibariyle ‘yeniden doğuş’ demek. 19.
yüzyıl tarihçileri tarafından aydınlık kabul ettikleri kendi cağlarını
karanlık Ortaçağ’dan ayırt etmek üzere icat edilen “Rönesans” terimi,
nedense fazlasıyla ciddiye alınmış ve sanki tarihte böyle bağımsız bir
dönem yasanmış gibi gösterilmiştir. Oysa tarihte Rönesans’ı meydana
getiren ustaların yaşadığı ve eserlerini ortaya koydukları bir zaman
diliminden söz edebilmekle birlikte, öyle planlı programlı,
tasarlanmış, başı ve sonu belli bir donemi kesinlikle göremeyiz.


İnsanın otoriteleri
sorgulamaya başladığı dönem olarak yüceltilen Rönesans’ın kendisi
nedense sorgulanmaz, kutsal bir inek gibi çevremizde döner durur. Oysa
Lyon Thorndike adli uzman, daha 1943 yılında şunları soyluyordu: “Hiç
kimse Rönesans’ın ayrı bir dönem olarak varlığını ispatlayamadı; hatta
bunu yapmak için caba da göstermedi.” Yani Rönesans’ın Orta Cağlardan
nasıl ayırt edilebileceğini bilmediğimiz halde Rönesans’ın varlığı
hakkında kesin bir dille konuşabiliyoruz.
İşte günümüzün en önde
gelen Rönesans uzmanlarından Peter Buke, dikkatimizi Rönesans’ın Latin
ve Yunan kaynaklarına, yani binlerce yıl öncesine bir ‘geri dönüş’
hareketi olduğu noktasına çeker. Yani Rönesans aydınları, aslında
ilerici değil, gericidir. Nitekim genellikle Rönesans’ın hümanist
yazarları arasında zikredilen Montaigne, bazı bakımlardan Rönesans
aleyhtarı değil midir?
4. Amerika’nın keşfi yalanı

Avrupa’nın
aslında epeyce geç kalmış “kesifler cağı”, Kristof Kolomb’un
Hindistan’a gitmek için yola çıkıp tesadüfen Amerika’yı keşfetmesiyle
başlatılır ve amacı, dünyayı tanımak ve dışa açılmak gibi masum
sebeplerle açıklanır. Oysa gemide tuttuğu seyir defterinden gerçek
niyetini öğrenmek mümkündür Kolomb’un: Tutsak aldığı yerlileri
çalıştırarak elde edeceği altın ve gümüşleri gemilerle Portekiz’e
getirmek ve “kâfirlerin, yani Müslümanların elindeki kutsal toprakları
ele geçirmek. Bunu bir Haçlı seferiyle gerçekleştirmeyi düşlüyordu
masum kâşifimiz. Kolomb’un, Müslümanların bulunduğu ülkelerin doğusunda
bulunan efsanevî Hıristiyan Kral Prester John’un yardımını sağlamak ve
böylece bir sandviç harekâtıyla İslam tehdidini bertaraf etmek üzere
Hindistan’a gittiğini de okuyunca mesele iyice çetrefilleşiyor.


Bu
yalanın bir başka boyutu da su: 1492, Amerika’nın kesif tarihi değil,
sonradan “Amerika” adi verilen toprakların işgal tarihidir. Zira
Amerika, Kolomb’dan yüzyıllar önce Vikingler tarafından keşfedilmiş,
bazı Müslüman gemiciler Güney Amerika’ya gidip gelmiş, nihayet son
ortaya atılan iddiaya göre ise Cinli bir Müslüman olan Zeng He, bu defa
Cin’den yola çıkarak Amerika’ya ulaşmıştır. Velhasıl Kristof Kolomb,
Amerika’nın ilk değil, son kâşifidir.


5. Bilimsel devrim yalanı

Bazı yalanlar tekrarlana
tekrarlana apaçık doğrular katına çıkabiliyor. “Bilimsel devrim” terimi
ilk kez 1939’da ortaya atılıyor. Yine de onu bir kitabin kapağında
görmek için 15 yılın geçmesi gerekecektir. Hepi topu 50 yıllık bir ömrü
bulunan bu terimin dimağımızı böylesine felç etmesi de gösteriyor ki,
bir buyuculuk olayıyla karşı karşıyayız. Tek farkı, büyünün bilimsel
bir kılıkla yapılıyor olması.
California
Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Steven Shapin, “Bilimsel
Devrim” adli kitabına bu yalanın tarihini yazmakla başlıyor. Shapin’e
göre “bilim” ve “bilim adamı” terimleri ancak 19. yüzyılda kullanıma
girmiş olup 20. yüzyıl başlarına kadar da yaygınlaşmamıştır. Yani
bilimin kamuoyu nezdinde bugünkü değerini kazanması, dun denilecek
kadar yeni olaydır. Dolayısıyla hem Avrupa, hem de Osmanlı tarihine,
bilimin bugün kazanmış olduğu yeni çerçeveden bakarsak fena halde
çuvallarız.
Bugün ‘bilimsel devrim’
denilince akan sular durur. Birisi Kopernik, Galile ve Newton’dan söz
etti miydi, ayet duymuşçasına sessizliğe bürünür cehreler. Dudaklar
bükülür, anlamlı anlamlı kafalar sallanır, ‘Elin adamı neler yapmış
bizimkiler uyurken’ nutuklarına sığınılır. Oysa meselenin ic yüzü hiç
de öyle değildir.
Mesela Newton’un yaşadığı
devirde Cambridge Üniversitesi’nin hali niceydi, biliyor muyuz?
Okuyacak öğrenci bulamayan üniversite, öğrenci çekebilmek için indirim
üstüne indirim yapıyor, hocalar okulu cazip hale getirebilmek için
bırakın sınıfta bırakmayı, talebeye sınıf atlatıyorlardı, sınıf!
Üstelik ayni zamanda bir ilahiyatçı da olan Newton, buluşlarının
bilimsel sonuçlarından çok, kafasındaki din kavramı acısından taşıdığı
anlamla ilgileniyor, Hıristiyanlığın dünyaya nasıl yeniden hâkim
olacağını tahmine çalışıyordu. Bunun için ayrı bir kitap bile yazdığını
biliyoruz. Üstelik zat-i devletleri, büyücülükle de iştigal ederdi.
Hatta bu yüzden adı, çağdaşları arasında “son büyücüye dahi çıkmıştır.



Daha ‘bilimsel devrim’in
Müslümanlardan çalınan bilgilerle yapıldığı üzerinde durmadık.
Galile’ye ‘süredurum ilkesi’ni ilham veren Nasiruddin Tusi’nin 13.
yüzyıldaki bulusundan haberimiz yoksa saf saf Avrupa’daki bilimsel
devrim yalanına inanmaya devam ederiz elbette.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.celtikforum.net.tc
PaTRoN
Admin
Admin
PaTRoN


Erkek
Mesaj Sayısı : 456
Yaş : 33
Nerden? : Konya
Hobiler : Adminlik
Lakap : Kral Derler Ama
Takım : avrupa yalanları 3cfc6cbe9b5f994873e98f5d8805462f
Ruh hali : avrupa yalanları Acili10
. :
urun=1;
sid=21356;Gaya Yamuk olmaz Olsanada Affedilmez
channel=24760;
banner=209;
kategori=49;
w=160;
h=600;
wmid=11531;
domain ="celtik.forum0.net";
tip="Banner";adsrv=1;jsai="14bc857edee749d4";


Kayıt tarihi : 26/09/07

reklam
.:
avrupa yalanları Img_left999/1000avrupa yalanları Empty_bar_bleue  (999/1000)
..:
avrupa yalanları Img_left800/1000avrupa yalanları Empty_bar_bleue  (800/1000)
a: >
avrupa yalanları Empty
MesajKonu: Geri: avrupa yalanları   avrupa yalanları Empty2/9/2008, 15:26

6. Sanayi devrimi yalanı




Bir “sanayi devrimi”
lafıdır gidiyor. Orta mali siyasetçisinden mahalle mektebi seviyesine
inmiş bazı üniversitelerin hocalarına kadar yığınla insan, sorgu sual
etmeden, ‘Eller aya, biz yaya’ teranesini tutturmuş, Avrupa’nın sanayi
devrimini gerçekleştirdiğini, bizimse bu ‘evrensel gelişme’yi ıskalayıp
çağdaşlık trenini kaçırdığımızı tekrarlıyorlar.
Nasıl “bilimsel devrim”,
tarihçilerin, seçtikleri bir zaman dilimine yüzyıllar sonra
yapıştırdıkları bir yafta ise, “sanayi devrimi” de 19. yüzyılın
ortalarına doğru coşkuyla keşfedilmiş ve bu yüzden bazı özellikleri
abartılmış jenerik bir terimdir. Filmin jeneriği, filmin kendisi
olabilir mi?
Sanki Sanayi Devrimi
bütün Avrupa’da ayni anda olmuş bitmiş bir olay gibi sunulur bize.
Hâlbuki İngiltere’de giderek hızlanan ve istikrarlı bir tarzda gelişen
sanayileşme, Fransa’da ağır aksak ilerlemiş ve büyük ölçüde İngilizleri
taklit etmiştir. İngiltere’ye adamlar yollanmış ve hem makine, hem de
isçi getirtilmiştir. Böylece Fransa için bir Sanayi Devrimi’nden değil,
olsa olsa İngiliz makine sisteminin girişinden söz edebiliriz.
Bilimsel buluşların
Sanayi Devrimi’ni hazırladığı iddia ediliyor. Hiç alakası yoktur.
Mesela buhar gücüyle çalışan makineyi tasarlayan James Watt bilim adamı
değil, amatör bir mucitti. Çelik sanayinin babası kabul edilen John
Wilkinson bir işadamıydı. Tekstil dokuma tekniğinde çığır açan iplik
eğirme makinesi tasarımını başkasından araklayan Samuel Arkwright,
inanmayacaksınız belki ama bir berberdi!
Başka kuşkular da var.
Mesela “Sanayi Devrimi’nde geçtiği ileri sürülen sahneler, ancak 70 yıl
sonra yasanmış olabilir.” diyor Minnesota Üniversitesi’nden Herbert
Heaton. Yani sonraki yıllarda cereyan etmiş olayları önce olmuş gibi
gösterme numaraları da söz konusu. Düşünün bir, İngiltere’de 1830’larda
bile pamuk isçilerinin sayısı, evlerde çalışan halayıkların sayısından
azdı. 1850’de Yorkshire şehrinde yun eğirme isinin hâlâ elle
yapıldığını gösteren kanıtlar mevcut. Hatta 1877’de, makinelerdeki
kadar ucuza elle dokuma yapan bir imalatçı yaşıyordu İngiltere’de. Bu
Fransa ve Almanya için haydi haydi böyleydi.
Sanayileşme sadece üretim
artışıyla değerlendirilemez. Önemli olan hangi bedeller karşılığında
başarıldığı değil midir? İngiltere’de uyuşturucu neden yaygındır bilir
misiniz? Fabrikalarda gecen uzun gecelerde anneler bebeklerini uyutmak
için afyon kullanıyorlardı da ondan. Tarih, ne yazık ki acımasızdır.
7.Galile’nin yargılanması

Bilim-din çatışması
denilince ilk öne sürülen örnek, Galile’nin yargılanmasıdır.
Kendilerinin “aydınlık” tarafta bulunduklarına adları gibi iman etmiş
çevreler, “karanlık”ı temsil eden Ortaçağın ve Kilisenin baskı ve
işkencelerine karşı direnen(!) bu soylu kahramana alkış tutarlar.
Oysa Galile’nin
yargılanması diye bir olay cereyan etmemiştir. Afedersiniz, şöyle
düzelteyim; yargılanmıştır ama bu, dostlar alışverişte görsün
kabilinden bir yargılamadır ve Galile’yi mahkûm etmek bir yana, onu
muhtemel fanatik hücumlarından kurtarmak için düzenlenmiş bir
mizansenden ibarettir. Kendisini yargılayan Kardinaller, Galile’nin
okul arkadaşlarıydı. Unutmayalım ki Galile, kilisenin bünyesindeki
bilim adamlarındandı. Nitekim Papa da eski bir arkadaşı oluyordu. Hatta
iki kızını rahibe olmaları için manastıra kapatan da bilim güneşimiz
Galile’den başkası değildi.
Üstelik Galile’nin
yargilanis sebebi, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi gibi bilimsel
düşünceleri değil, bağlı olduğu, bağlı olmak ne kelime, bizzat içinde
bulunduğu Katolik Kilisesi’ne itaatsızlığıdır; yani kilise içi bir
meseleyle karşı karşıyayız. Papa’ya, teorisini bir varsayım olarak
sunacağına söz verdiği halde, bu sözünü tutmayan ve kitabini bildiği
gibi bastıran Galile’nin arkadaşları tarafından gerçekleştirilen bir
kurtarma operasyonudur yargılama. Anlayacağınız, Galile bahane, onun
üzerinden dinin mutlaka bilime karşı olması gerekiyormuş gibi bir sözde
gerçeklik üreterek nasiplenenler şahane!
8. Siyonizm yalanı

Yahudi meselesi, bir
Avrupa sorunuydu; ama İslam âlemine fatura edildi. Avrupa, yüzyıllar
boyu uğraştı durdu Yahudilerle. Şehrin içine bile almadı onları;
mahallelerini yaktı, kovdu, dövdü, öldürdü, mallarını müsadere etti.
Aynı dönemde ise İslam âleminde Yahudilerin keyiflerine diyecek yoktu.
Öte yandan Siyonizm’in
babası Theodor Herzl’in II. Abdulhamid’e Avrupa’yı şikayet etmesi
gerçekten tuhaftı. Bir Ortadoğu kavmi olan Yahudiler, kendilerini
Avrupa’ya sürgün edilmiş gösterip yerlerine dönmek isterken, Abdulhamid
onları Avrupa’nın kullandığını biliyordu. Nitekim tekliflerini
reddedince haklılığı gün gibi ortaya çıktı; onu devirmekten tutun da
Çanakkale’de bize karşı savaşmaya kadar pek çok komplo ve girişimin
başında Siyonistler yer alacak, İngilizlerin yedek güçleri, daha
doğrusu “Asya’ya karşı Avrupa kalesinin suru”, “barbarlığa karşı
uygarlığın uçbeyleri” olarak harekete geçeceklerdi. Hâlâ da öyle değil
mi?
Daha da acı olanı,
“topraksız bir halk” dedikleri Yahudilere, “halksız bir toprak” olarak
sundukları Filistin’in durumuydu. Milyonlarca Müslüman ve Hıristiyan
Filistinli yaşamasına rağmen (nüfusun yüzde 95’ini oluşturuyorlardı),
Filistin toprağı bos bir arazi olarak sunuldu dünyaya. Ancak simdi ayni
trajedi, hem de kat be kat fazlasıyla Filistin halkı için geçerli, yani
toprakları ellerinden alınmış durumda. Ne var ki, o hayırhah Avrupa’nın
kılı kıpırdamıyor. Neden? Çünkü İsrail devleti, Ortadoğu üzerinden
geçecek stratejik hammaddenin, yani petrolün kontrolü için gerekliydi
ve bunun, Yahudi halkına insanî yardımla herhangi bir alakası yoktu.
9. Doğu despotizmi yalanı

17. yüzyıla kadar Cin,
Hint ve İslam âlemlerine oranla epeyce geride bulunan Avrupa, kendisi
haricindeki medeniyetlere bilinçli bir çamur atma stratejisini izledi.
Ağır bir aşağılık kompleksi içindeydi. İste bu strateji doğrultusunda
Doğu’nun despotik bir yönetimi olduğu tezi ortaya atıldı ve Marx’tan
Weber’e, hatta bugünkü bazı akil danelerimize kadar pek çok kafayı
iğfal etmeyi başardı.
Oysa Lucette Valensi gibi
araştırmacıların da ortaya koyduğu gibi, bu, Avrupa zihniyetinin,
gerisinde bulunduğu Doğu’yu gözden düşürme ve onun üzerinden kendi
kimliğini üretme mücadelesinin bir parçasıydı. Ancak Voltaire ve
Althusser gibi iki büyük düşünür bu yalanı yutmamış ve asil despotizmin
Avrupa’da yaşandığını, Avrupalı düşünürlerin, kendi ülkelerindeki
despotizmi, dışarıya yansıtarak, yani Doğu’yu istismar ederek
okurlarına anlattıklarını, artik Osmanlı’nın yakasından düşme vaktinin
geldiğini dile getirdiler. Ne ki, bu tatlı yalanın işittiği sıcak
yataktan kalkmaya kimse razı değildi.
10. Batı’nın üstünlüğü yalanı

İktisat ilminin
kurucularından Adam Smith, 1770’lerde Çin teknolojisinin
Avrupa’dakinden ileri olduğunu itiraf ediyordu, biz ise 18. yüzyılda
Avrupa’nın dünyanın en ileri uygarlığı olduğunu savunmaya devam
ediyoruz. Neden acaba? Şundan sanırım: Beyinlerimiz kesifler, icatlar,
Ronesans, Aydınlanma, Bilimsel Devrim gibi bir suru Avrupa yalanıyla
tıka basa doldurulmuş durumda. Böyle olunca, dünyanın diğer
bölgelerinde neler olup bittiğiyle ilgilenmiyor ve daima skora
takılıyor gözümüz: Ne olsa maçın kazanılıp kazanılmadığı önemli.
Öyleyse Hodgson ve Blaut
gibi birinci sınıf tarihçilerle sesimizi gürleştirelim: Avrupa’nın
“gelişmesi”, Afrika ve Asya karsısında uzun suren geri kalmışlığını
telafi etmeye ancak 1800’lerde yetecekti. Avrupa, dünyanın diğer
kısımlarındaki gelişmelerden o kadar uzak kalmıştı ki, su meşhur
kesiflerle bir parça nefes alabilmişti. Bu açılma da, Asya
ekonomilerinin tarihinde pek çok defa vuku bulan bir gerileme anına
denk gelmiş, Osmanlı ve Çin dahil Doğu’nun başlattığı bir küreselleşme
dalgasının üzerine binmişti. İste Avrupa bu sayede kıyıda köşede
kalmaktan kurtulup küresel ekonominin motoru olabildi.
Son sözü Hodgson’a
birakmak en iyisi. Ona göre, modern dünya ile Bati, ayni şeyler
değildir. Modernlik, Afrika, Asya ve Avrupa’nın beraberce inşa
ettikleri bir oluşumdu. Yüzyıllar suren bu hazırlık döneminden kârlı
çıkan bölge, fırsatları değerlendirmeyi bilen ve bir katalizör rolü
oynayan Avrupa oldu. Şartlar orada birbirine kavuştu ama
kavuşmayabilirdi de. Modernlik Cin’de veya İslam âleminde de ortaya
çıkabilirdi (tabii oralara mahsus görünümleriyle). Asya ve Afrika’nın
muazzam bilgi birikimi ve ticaret ağı olmasaydı, Avrupa’daki modern
dönüşüm hayal dahi edilemezdi.


Düşünün ki, Vasco da Gama
bin bir zahmetle Ümit Burnu’ndan dolaşıp Hindistan’ın Kalküta limanına
indiğinde İspanyolca konuşan bir Tunuslu Müslüman tüccarla karşılaşmış
ve pek şaşırmıştı. Hakliydi, çünkü buraları bilmeyen tek medenî kıta,
Avrupa’ydı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.celtikforum.net.tc
 
avrupa yalanları
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Msn İfadeleri Ve Fazlası  :: Msn İfedeleri msn-
Buraya geçin: